TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN MİSYONU
Nail AYTAR
29 Ocak 2009 Perşembe günü akşamı bütün haber ve televizyon kanalları son dakika anonsu ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğanın Davosta gerçekleştirilen (WEF) Dünya Ekonomik Forumundaki konuşma ve tepkisini verdi. Olay İsrailin Gazzeye başlatmış olduğu saldırı sonrasında problemin çözümü için yapılan panelde gerçekleşti. Panele Tayyip Erdoğan ile birlikte Simon Perez, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa ve BM Genel Sekreterliğini 2006 yılından beri yapan Kore Cumhuriyetinden Ban Ki-Moon katıldı. Konuşmacıların konuyla ilgili düşüncelerini aktarmaları esnasında Simon Peresin sesini yükselterek ve Tayyip Erdoğana dönerek 25 dakika konuşması ortamı gerdi. Tayyip Erdoğanın Simon Perese cevap vermesine moderatörün engel olması ise Tayyip Erdoğanın tepkisine sebep oldu ve başbakan salonu terk etti.
Bu tepkiyi Türkiyede sol ve sosyal demokrat kesim agresif olarak nitelendirerek diplomaside bu tarzın yeri olmadığı şeklinde eleştirdi. Aslında endişelerinin iç politikaya yönelik olduğu yaklaşan yerel seçimlerde hükümetin oy oranını arttırma ihtimali daha ön plandaydı. Klasik devletçi, kuralcı, İnönücü bakış açısıyla reel politika yaptıkları iddiasında idiler. Türkiyenin İsrail ile ilişkilerinin bozulması yerine Gazzede 3-5 Arapın ölmesinin ne önemi vardı. Zaten Türkiye-Rusya ilişkilerinin bozulmaması için 2.Dünya Savaşı sonrası Türk ve Müslüman kökenli onlarca insanı sınırda teslim edip kurşuna dizilmelerini de seyretmemiş miydik?
Diğer taraftan ise Türkiye Cumhuriyetini yönetmenin çok büyük bir sorumluluk olduğunu bilmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bulundurduğu nüfus açısından sorumluluklar taşıyan bir ülke. Yüz binlerle ifade edilen Gürcü vatandaşımız varken Rusya-Gürcistan problemine tarafsız kalabilmemiz mümkün müdür? Kafkasya kökenli milyonlar Türkiyede yaşarken Çeçenistan, Abhazya bizi ilgilendirmez diyebilir miyiz? Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kosova, Bosna, Boşnak, Arnavut meselesi Türkiyenin meselesi değildir demek kafamızı kuma gömmekten başka bir şey değildir.
Bu örnekler klasik Türk dış politikasının artık güncellenmesi ve daha sağlam temellere oturması gerektiğini gösteriyor. Dış politikada artık etkili ve yetkili olabilmek için çalışmak gerektiğini yoksa büyük ülkelerin uydusu 3.Dünya ülkeleri pozisyonuna düşmemizin kaçınılmaz olduğunu görmemiz gerekiyor. Kimseye hesap vermeyen, ben yaptım oldu politikaları Türkiyenin önünü tıkadığı gibi imajımızı da o derece kötülüyor. Doğruluk derecesini bilmemekle birlikte gazetelere yansıyan haberlerde bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinden Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayevin dönemin Cumhurbaşkanına Türkiye Cumhuriyeti önderliğinde bir birlik kurma teklifini reddettiğimiz yazıldı ve ilgililerden de aksi yönde bir açıklama gelmedi. Yüzyıllar sonra gelen fırsatların dar görüşlü bazı yöneticiler elinde heba olup gittiğine şahit oluyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti bütün dünya üzerine yayılmış Türklerin odaklandığı sevinciyle sevindiği kederiyle kederlendiği bir ülkedir. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti sadece sınırları içerisinde yaşayan Türklerin devleti değil bütün Türklerin devletidir. Bu ağırlık ve sorumluluğu taşıyan idareciler olduğu müddetçe dünya Türkleri güven içerisinde olacaktır. Zamanında Anadoludan taşıyıp bölgeyi Türkleştirmek için götürdüğümüz Balkan Türkleri Bulgar zulmü altında inlerken isimleri dinleri değiştirmeye çalışılırken Türkiye Cumhuriyeti gereğini yapmayacakta ne yapacaktı?
18 Mayıs 1944 yılında Stalin tarafından sürgüne gönderilen ve yok edilmeye çalışılan Kırım Tatarları acaba o dönemde güçlü ve ses getiren bir Türkiye desteğini arkasına alsaydı bu kadar zulme uğrar mıydı? Bugün gene güçlü ve sonuna kadar desteğini aldığı bir Türkiye olsaydı Ukraynada ezilir miydi?
(*)QHA'dan alınmıştır.
|